İşte bunun gerçekte ulaştığı sonuç şudur: bilimin gereğinden çok dinin hakkını çiğnemesi korkusu. Gerçekten, bu tema onlarca yıldır Howard ve Ritkin’in 1977 yılında yazdığı Kim Tanrı’yı Oynamalıdır?: Yaşamın Yapay Olarak Yaratılması ve Bunun İnsan Irkının Geleceği İçin Taşıdığı Anlam [24] adlı eserinden, Ted Peter’ın 1997’de yazdığı Tanrı’yı Oynamak?: Genetik Determinizm ve İnsan Özgürlüğü [25] adlı esere, Dolly olayını takip eden Tanrısal uyarıların coşkusuna kadar, ortalıkta dolaşmıştır. Mesaj açıktır: bilim sadece bu kadar ileri gidebilir. Newsweek’de düşüncelerini açıklayan Kenneth Woodward şunu ileri sürdü: “Belki Dolly’nin mesajı, toplumun insan yaşamı üzerinde egemen olduğunu varsaymaya doğru rastlantısal, ahlâki kayışını tekrar gözden geçirmesi gerekliliğidir. Gerçekten Tanrı’yı oynamak istiyor muyuz?” [26] Los Angeles Times’daki Conrad’ın baş sayfadaki karikatürü ülkenin ruh durumunu aynen yansıtıyordu: Sistine Şapeli’nin tavanındaki Michelangelo’nun insanlığın yaratılışı adlı freskini değiştirerek, işaret parmaklarını birbirine dokundurarak “Tanrı’yı oynayan bilim adamları” yazılı bir başlık taşıyan iki tane klonlanmış kişiyi gösteriyordu. [27]
Tanrı’nın bununla ne ilgisi var? Bizim kültürümüzde çok ilgisi var. Ama pek çok insan, uygunsuz bir şekilde bilim ve dini hedefleri ve tamamen farklı olamayan yöntemleri olan girişimleri birbirine karıştırmaktadır ve sonuç olarak, ya dinin bilime karşı algılanan ileri gidişiyle aşırı derecede gücendirilmektedir ya da gereksiz bir şekilde bilimin dine karşı iddia ettiği tecavüz tarafından tehdit edilmektedir. Robert Wise’ın 1951 yılındaki Dünyanın Durduğu Gün adlı bilim kurgu film klasiğinin, heyecanı doruğa ulaştıran sahnesini düşünün. (Michael Rennie’nin oynadığı dünyadaki adı İsa’nın alegorisi olarak “Bay Carpenter” olan) uzaylı yaratık Klaatu, korku uyandıran bir hükümet ajanı tarafından öldürülür, sonra görevli robotu Gort tarafından yeniden canlandırılır. Bu uzaylı teknolojisinin gücü karşısında şaşırarak Patricia Neal’in Mary Magdalene benzeri karakteri (bilim kurgu tarihinde en anılmaya değer cümlelerden biri hâline gelen “Gort, Klaatu barada nikto” cümlesini söyledikten sonra) yaşam ve ölüm üzerindeki kontrolün, geleceğin bilimi için programda olup olmadığını sorgular. Klaatu, ona böyle güçlerin sadece “Her Şeye Kadir Ruha” ait olduğu ve yaşamının uzatılmasının, ne kadar olduğunu “hiç kimsenin anlatamayacağı kısıtlı bir dönem” için iyi olduğu konusunda güvence verir. Aslında anlatıyordu. Edmund North’un orijinal metninde, Gort Klaatu’yu sınırsız olarak yeniden canlandırmaktadır. Ama film sanayisinin Denetim Kurulu (kendini ayarlama için kurulan sansür komitesi) yapımcılara şunu söyledi: “Sadece Tanrı bunu yapabilir.”
Sınırlı bilgi konusundaki Prometheus’a ait olan bu tema, sadece bilim kurguda değil ama aslında bilimde de ortaktır. Güneşin çok yakınına uçan her efsanevi İkarus için sınırlarını çok fazla ileri götürmeye cesaret ettiği için kanatları kırılan gerçek yaşamdaki bilim adamları vardır. Doğum kontrolü? Sadece Tanrı bunu yapabilir. Yapay dölleme? Sadece Tanrı bunu yapabilir. Yaşamı uzatma? Sadece Tanrı bunu yapabilir. Acısız ölüm? Sadece Tanrı bunu yapabilir.
O zaman bir İngiliz hükümet danışma komisyonu, Clinton’un önderliğine karşı çıkarak, insan doku ve organlarını iyileştirme amacıyla kullanmak için klonlama araştırmalarını cesaretlendirdiği zaman, hem dini hem seküler gruplardan şiddetli bir direnmeyle karşılaşmasına şaşırmamalıyız. Klonlama mı? Sadece Tanrı bunu yapabilir.
Bu İnsan Genetiği Danışma Komisyonu kesin olarak neyi önermekteydi? İşittiğimiz kötü kader ve hüzün feryatları arasında insan, onların Robin Cook’un Koma filmindeki gibi yetişkin klonlardan vücut parçaları elde etme planı önerdiğini düşünecekti. Tersine. Öneriler bundan daha sağgörülü bir şekilde kelimelere dökülemezdi: “...bu aşamada ciddi olarak hasta olan kişiler için büyük yararları olabilecek böyle teknikler kullanarak sınırlı araştırmaları dizginlemenin doğru olmayacağına inanıyoruz.” [28] Yasaklanmış bilgiye doğru herhangi bir tehlikeli girişime direnen teknolojiden korkanlar (aynı zamanda kişisel olarak onların yararına olan her tıbbi gelişmeye katılırken) geleceğe doğru yapılan bu dikkatli ataklar, akbabaların bizi sonsuza kadar gagaladıkları bilimsel cehenneme doğru giden kaygan yokuşlardır. Ama bir an için geri adım atalım. Korkacak neyimiz var? Klonlamayı çevreleyen kitle histerisi ve ahlâkî panik, tarihsel açıdan ortak olan tıbbi gelişmeler, dinin güneşinin çok yakınına uçtuğu zaman ortaya çıkan ek sorunlarla birleşen yeni teknolojilerin reddedilmesinden başka bir şey değildir. 1940’larda yapay döllenme ilk ortaya çıktığında eleştirenler, buna zina demişti. Dini Luddite’ler “Sadece Tanrı bunu yapabilir,” diyorlardı. Seküler Ludditeler “Sadece Doğa bunu yapabilir,” diyorlardı.
Aslında doğa zaten insanları klonlamaktadır. Onlara tek yumurta ikizi denir. Ahlâkçılar neden ikizlere karşı bir yasa için bağırıp çağırmıyorlar? Çünkü bu doğal olarak ve “Sadece Tanrı/Doğa bunu yapabilir” şeklindeki Ludditizm Yasası’na göre olmaktadır.
Saçmalık! Bir çoğumuz bu yüzyılda ortalama yaşam süresini ikiye katlayan tıbbi teknolojiler ve toplumsal hijyen uygulamaları sayesinde yaşıyoruz. Kalpciğer nakli, üçlü bypass cerrahisi, aşılama ya da radyasyon tedavisi konusunda Tanrısal ya da doğal olan nedir? Doğum kontrolü, in vitro dölleme, embriyo transferi ve diğer tümüyle onaylanan doğumu çoğaltıcı teknolojiler konusunda Tanrısal ya da doğal olan nedir? Kesinlikle hiçbir şey. Yine de biz bu gelişmeleri neşeyle kabul ediyoruz, çünkü onlardan yararlanıyoruz ve daha önemlisi onlara alışıyoruz.
Neden insanlar dahil olmak üzere klonlama üzerindeki tüm yasakları kaldırmıyoruz ve ne olacağını görmüyoruz? Toplumsal deneyi başlatalım ve veriyi analiz edelim. Boş hipotez kötü hiçbir şeyin insanlığın başına gelmeyeceğini söyler. Klonlama karşıtları deneysel sonuçların boş hipotezi reddedeceğini söylerler. Klonlama taraftarları reddetmeyeceğini söylerler. Bunu bulmanın tek yolu denemektir. Bilim ve sahte bilim arasındaki sınır bölgelerinde bir iddianın hangi belirsiz kategoriye ait olduğuna karar vermenin en iyi yöntemi onu denemektir. Bunu neden burada yapmıyoruz? Ahlâkçıların ileri sürdüğü dehşet dolu senaryoların pek çoğu zaten yasa tarafından belirlenmiştir – bir klon bir ikiz gibi, canlı bir varlıktır ve bir ikizin doku ya da organlarını ekin gibi yetiştiremezsiniz. Bir klon ikiz gibi, diğer herhangi bir canlıdan daha az olmayan bir kişidir. Benzer bir genomla bile, rastlantısal olarak tek olan bir tarih tek bir kişiliği garanti eder. Ne olursa olsun, yasak olsa da olmasa da klonlama olacaktır; bu yüzden neden özgürlük tarafında yanlış yapılmasın ve bilim adamlarına özgür bir şekilde Tanrı’yı oynamak için değil ama bilim yapmak için olasılıkları araştırma izni verilmesin.
1818’de Mary Shelley Frankeştayn ya da Modern Prometheus adlı romanında “Dünya’nın Yaratıcısı’nın muazzam mekanizmasını taklit etmek için yapılan herhangi bir insan davranışının etkisi son derece korkutucu olacaktır,” uyarısında bulunuyordu. [29] Sansürcüler onun sözlerini, Boris Karloff’un oynadığı James Whale’nin 1931’deki film versiyonunda yürekten kaldırdılar. Canavarın canlandırıldığı ilginç laboratuar sahnesinde, Dr. Frankeştayn “Yaşıyor. Yaşıyor. Tanrı adına…” diye gürler. O anda dudakları hareket etmektedir ama sesi kesilmiştir. Sansürcüler cümlenin kalanını eski Yunan’dan modern Amerika’ya kadar olan kültürleri korkutmuş olan yasak kelimeleri silmişlerdir: “…şimdi Tanrı gibi olmanın nasıl hissettirdiğini biliyorum.”
Bilim adamları Tanrı olmak istemez. Sadece bilimsel sorunları çözmek isterler. Sadece bilim adamları bunu yapabilir. Bırakınız yapsınlar.