Bütün bunlara rağmen dostu Ştolts
onu zaman zaman
insan içine çıkarıyordu; ama o da
sık sık Petersburg’dan
ayrılıyor; Moskova’ya, Nijni’ye,
Kırım’a, yabancı ülkelere
gidiyordu. O gidince Oblomov evine ve
kendi içine öyle
kapanıyordu ki, ancak günlük
hayatının dışında büyük olaylar
onu yerinden oynatabilirdi: Böyle
olayların da ne olduğu, ne
olacağı vardı.
Zaten Oblomov yaşlandıkça, kendisine
bir çocuk
utangaçlığı geliyordu. Dışarı
ile bağlantısı azala azala kendi
hayatının dışında kalan her şeyden
ürküyor, çekiniyordu. Ama
odasının tavanındaki çatırtılardan
korkmuyordu; onlara
alışmıştı. Odasındaki kapanık
havanın, bütün gün dört duvar
arasında oturmanın sağlığına gece
rutubetinden daha zararlı
olacağını, durduğu yerde yemek
üstüne yemek yemenin
insanı yavaş yavaş çökerteceğini
düşünmüyordu; çünkü
bunlara alışmıştı; alıştığı
şeylerden korkmuyordu. Alışmadığı
şey, hareket etmek, hayata karışmak,
adam görmek, öteye
beriye koşmaktı. Fazla kalabalıkta
boğulur gibi oluyordu; bir
kayığa binse, bir daha karaya ayak
basamayacağı
kuruntusuna kapılıyordu; arabaya
binse atlar gemi azıya alıp
kaçacaklar sanıyordu. Bazen delice
korkulara düşüyor,
çevresindeki sessizlikten ürküyor,
şaşırıp kalıyor, vücudunu
soğuk ürpermeler sarıyordu. Gözleri
karanlık bir köşeye
saplanıyor, oradan bir hayalet
çıkıverecek sanıyordu.
İşte Oblomov’un dışarı hayatı
da böylece sona erdi. Yavaş
yavaş bütün gençlik hülyaları
dağılıp gitti; ihtiyarken bile
düşünüp coştuğumuz o içli,
hüzünlü, tatlı serüvenlerden elini
çekti.
***
Alıntısını yaptık, tanıtımını
da tam yapalım:
Ivan Gonçarov yarattığı karakter
Oblomov'la alay etmez. Aslında O'nu sever. En başta Rus
aristokrasinin değişime uyum sağlayamayışını başaramayışını
sevimli bir dille anlatır.
“Rus edebiyatının hiçbir
kahramanı, ne Raskolnikov, ne
Mişkin, ne Prens Andrey, eski Rus
insanını, hatta bütün
Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla,
en özlü yanıyla temsil
etmez. Doğu, belki de ilk defa olarak
Gonçarov’un bu büyük
eserinde kendi kendini tanımaya,
Batı’dan farkını anlamaya
başlamıştır.”
“Toplumsal bir kaderin Oblomov’u
içine düşürdüğü bu
kaçınılmaz uyuşmayı rasgele bir
tembellikle karıştırmamak
gerekir. Tembel, işten kaçan ve
işsizlikte mutluluğu bulan
adamdır. Oblomov’sa hiçbir zaman
işe giremeyen,
işsizlikten de zevk alamayan bir
adamdır. Zaman zaman
kendi durumunu açıkça gören
Oblomov, üstüne çöken,
hayatını bir bataklığa çeviren bu
durgunluğa acı acı isyan bile
eder: “Yarım kalmış bir adam
olduğunu, ruh güçlerinin
gelişmeden kaldığını, hayatına
bir ağırlığın çöktüğünü
düşündükçe içi parçalanıyordu.
Başkalarının zengin ve
hareketli hayatını kıskanıyor;
kendi hayatının yolunu ağır bir
kaya parçasıyla tıkanmış, daracık
zavallı bir patika gibi
görüyordu. İçinde hiç uyanmadan
kalmış, biraz kurcalanmış,
fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş
birçok imkânlar
olduğunu acı acı seziyordu...” “
Evet, eserin ana fikrini oldukça güzel
yansıtmışlar, İş Bankası Kültür Yayınları'nın baskısının
çevirenleri Sabahattin Eyüboğlu ve Erol Güney. Daha fazla söze
gerek yok. :-)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder